Yaşamama hakkımı kullanmak istiyorum...
Daha fazla acı çekmeme, daha fazla ağlamama, daha fazla sevmeme hakkımı kullanmak istiyorum ben!!!
Çok mu tuhaf, değil biliyorum. Herkes ister zaman zaman buralarda olmamak, ben tamamen kaybolmak istiyorum. Senin sadece sen olduğun, benim sadece ben olduğum, yani bizim olmadığımız bir yerde yaşamak istemiyorum. Müziğimi kısmadan, sonsuz vakitlerde kendimden geçtiğim, seni düşündüğümde acı çekmediğim bir yerde olmak istiyorum. Orası neresi, bilmiyorum ama burası olmadığı kesin. Artık bir şeylere dayanabilmek istemiyorum, artık çok güçlü görünmek, artık neyin var diyenlere tam derdimi anlatacakken onların derdini dinliyorken bulmak istemiyorum kendimi...Baş ucumda kağıt mendiller olmasın istiyorum artık. Kalbim olmasın istiyorum artık. Çok tuhaf bir yerde dursun, sen bazen gel sev ama benim için durmuş olsun istiyorum. Şarkı söylemek istemiyorum artık, acı çekerken eğlenilemiyor biliyorum. Kendim olmaktan çıktım, bunu istemiyorum artık. Sonsuz acımın içinde, bu aslında çok sıradan bir şeymiş gibi yaşamak istemiyorum, değil çünkü. Sevdiğimi haykırmak istiyorum, sessizliğe mahkum olmadan...
Hak etmediğimi yaşamak istemiyorum. Eskiyi özlemek istemiyorum asla. Eskiyi özledikçe sinirleniyorum, nefret ediyorum kendimden. Şu saçma hayatımda bir kere bile olsa bir şeyleri başarabilmek istiyorum. Hiç bilmediğim şekillerde var olmak bu dünyada, belki de daha anlamlı olacaktır. Hayata dair amacım kalmadı artık. Tenini tenimden kazımak, aklını aklımdan söküp atmak istiyorum.
Garipsemeyin lütfen, her biriniz istediniz bunu hayatınızın bir anında, ben en çok şu an istiyorum ve hepinizden öte dile getiriyorum;
BEN YAŞAMAMA HAKKIMI KULLANMAK İSTİYORUM!!!
Yetkili sana sesleniyorum...
Animu
12 Aralık 2011 Pazartesi
28 Kasım 2011 Pazartesi
K.
-Çok acıdı bu sefer, yoruldum da fazlasıyla...
-Uzan şöyle dinlen biraz.
-Geçecek mi dinlenince bu acı?
-Uyu, uyuyunca her şey geçer.
-Sonsuza kadar uyumalı o vakit, uyanınca tekrar acımasın diye...
Kadın, aynısı aslında erkeğinin. Daha vicdanlısı, daha büyümüşü sadece... Kadın, her kelimesini o kadar dikkatle dinler ki erkeğinin, erkek "koskoca cümleden yine istediğin kelimeleri cımbızla çektin" diyebilir rahatlıkla. Halbuki kadın çok dikkatle dinler erkeğini, acıtanları vurgular sadece... Şefkat ister kadın, delicesine seks yapmak yerine çoğu zaman, bazen tenini kullanır sonu şefkat olur umuduyla... Bir kadına gitme diyebilirsiniz ve bunu duyan kadının bir süre daha yanınızda kalacağını bilirsiniz. İstediğini alabilen kadın yoktur dünyada çünkü erkek bir kadına istediğini verebilme yetisine sahip değildir. İki içi boş cümleyle kandırırsınız kadını, aslında siz kandırdığınızı zannedersiniz. Kadın kanmak ister sadece, sadece bir süre duyduğunun gerçek olduğuna inanmak ister. Zekidir kadın, şeytandır. Kadın, kadın için yaşar aslında, erkek teferruattır. Erkek istediğini aldığında ayaklarının dibinde ölseniz üzerinizden atlar, yoluna devam eder; kadın nefes almadığınızı bilse bile eğilip mutlaka kontrol eder. Kadının en büyük düşmanıdır kendisi. Cesurdur fazlasıyla, ne kadar acıyacağını bilse de, çıkarıp kendi eliyle doğrar kalbini erkeğinin önüne...
Kalbinin içinde senin kalbini taşıyan kadın benim,
Teninde tenini, aklında aklını...
Kendi ağırlığı olmayan, aşkının ağırlığıyla yaşayan,
Senin peşinde koşarken kendini kaybeden kadın benim...
-Uzan şöyle dinlen biraz.
-Geçecek mi dinlenince bu acı?
-Uyu, uyuyunca her şey geçer.
-Sonsuza kadar uyumalı o vakit, uyanınca tekrar acımasın diye...
Kadın, aynısı aslında erkeğinin. Daha vicdanlısı, daha büyümüşü sadece... Kadın, her kelimesini o kadar dikkatle dinler ki erkeğinin, erkek "koskoca cümleden yine istediğin kelimeleri cımbızla çektin" diyebilir rahatlıkla. Halbuki kadın çok dikkatle dinler erkeğini, acıtanları vurgular sadece... Şefkat ister kadın, delicesine seks yapmak yerine çoğu zaman, bazen tenini kullanır sonu şefkat olur umuduyla... Bir kadına gitme diyebilirsiniz ve bunu duyan kadının bir süre daha yanınızda kalacağını bilirsiniz. İstediğini alabilen kadın yoktur dünyada çünkü erkek bir kadına istediğini verebilme yetisine sahip değildir. İki içi boş cümleyle kandırırsınız kadını, aslında siz kandırdığınızı zannedersiniz. Kadın kanmak ister sadece, sadece bir süre duyduğunun gerçek olduğuna inanmak ister. Zekidir kadın, şeytandır. Kadın, kadın için yaşar aslında, erkek teferruattır. Erkek istediğini aldığında ayaklarının dibinde ölseniz üzerinizden atlar, yoluna devam eder; kadın nefes almadığınızı bilse bile eğilip mutlaka kontrol eder. Kadının en büyük düşmanıdır kendisi. Cesurdur fazlasıyla, ne kadar acıyacağını bilse de, çıkarıp kendi eliyle doğrar kalbini erkeğinin önüne...
Kalbinin içinde senin kalbini taşıyan kadın benim,
Teninde tenini, aklında aklını...
Kendi ağırlığı olmayan, aşkının ağırlığıyla yaşayan,
Senin peşinde koşarken kendini kaybeden kadın benim...
14 Kasım 2011 Pazartesi
...
Önce kalbini kaybediyor insan, sonra aklını, sonra eşyalarını... Günleri unutmaya başlıyor yavaş yavaş, belki de bir önce ki gün yediğini... Bana öyle oldu en azından. Evet, ilk giden kalbimdi hatırlıyorum. Sonra bir sürü şey gitti ardından. Ne kadar zaman aldı bilmiyorum, daha doğrusu zaman da gitti bir süre sonra, o yüzden hatırlayamıyorum.
Anlamsız vakitlerde, tuhaf ip uçlarıyla çıka geldiler bazen. Her elimi attığım izbeden seni hatırlatan bi bok çıkmalıydı illa ki! İlk başlarda epey sık oluyordu bu sonra sonra sakladılar kendilerini habersiz. Belki de ben vazgeçtim görmekten, öyle de olabilir...
Her gün sevgimi anlatırım sana nidaları
İnanıp kandırılmak değil ki dert,
Bunca salak içinde en salağı olmak marifet
Kendini ne derece kaybedebilir bir insan
İşte bunu anlatıyorum aslen ben
Tek nefeste yaşadığın acıların üstüne
Bir kat daha çıkmak gayretle...
E o vakit sikeyim böyle azabı bir kerede!!!
Anlamsız vakitlerde, tuhaf ip uçlarıyla çıka geldiler bazen. Her elimi attığım izbeden seni hatırlatan bi bok çıkmalıydı illa ki! İlk başlarda epey sık oluyordu bu sonra sonra sakladılar kendilerini habersiz. Belki de ben vazgeçtim görmekten, öyle de olabilir...
Her gün sevgimi anlatırım sana nidaları
İnanıp kandırılmak değil ki dert,
Bunca salak içinde en salağı olmak marifet
Kendini ne derece kaybedebilir bir insan
İşte bunu anlatıyorum aslen ben
Tek nefeste yaşadığın acıların üstüne
Bir kat daha çıkmak gayretle...
E o vakit sikeyim böyle azabı bir kerede!!!
11 Kasım 2011 Cuma
Cesaret...
Küçük bir kız çocuğuydum ben tıpkı diğer çocuklar gibi... Erken kaybettim hayata dair masumiyetimi, işte o vakit diğer çocuklarla ayrılıverdik. Onlar evcilik oynamaya devam ederlerken bahçelerinde, ben hayata direnmekle meşguldüm. Herkesten önce yoruldum doğru ancak onlar hala şaşırırken hayatın getirdiklerine, ben sahte bir tebessümle karşılıyorum geleni.
Her gece kendi kendime kaldığımda ellerimi seyrederim. Sanki bana ait değillermiş gibi, sanki benden çok uzun süre önce vazgeçmişler gibi, bir tuhaf, bir bezgin dururlar hep. Eskiden üzülürdüm, şimdi... Şimdilerde pek bir şeye üzülemiyorum açıkçası. Dediğim gibi vaktiyle yeterince üzüldüm, bu yüzdendir ki ben yaşadığım yılları kafi görüyorum artık. Bu sana ilk ve son anlatışım olacak derdimi, o yüzden iyi dinle...
Bu hayat denilen karmaşa bende anlamını yitirmeye başlamıştı ki seni tanıdım. İnsanın istediklerine sahip olması için cesaretin yeterli olduğunu düşündüğüm anda sana aşık oldum ve geç de olsa fark ettim ki biraz da şans gerekiyormuş, değil mi? Gözlerine ilk baktığımda anladım ki bu can senindi artık; işte şimdi sıçtık...
Bütün cesaretimle geldim sana ama pek bir işe yaramadı ilk başta. Sonra daha fazlasını göstermeye karar verdim. Önceleri beraber girdiğimiz her kavgaydı fırsatlarım. İlerleyen vakitlerde baktım ki sen aslında yapmam gereken buymuş edasıyla cesaretimi görmezden geliyorsun.
Tanıştığımızın 2. ayıydı sanırım, önüne geçip kurşununa hedef olalı.Şöyle bir başımı okşayıp "helal sana!" deyiverdin, sanki bunu senin için herkes yaparmış gibi... Dedim ki kendi kendime "bu cesaret yeterli değil, daha fazlası gerek"...
Ben gözlerine ilk baktığımda bu can senindi, unutma...
Sonraları daha cesur olmanın vaktidir dedim kendimce; seni ellere emanet ettim, kah kahalarını dünyanın en güzel senfonisi gibi dinledim sen başka kollardayken. Ne yapsam gösteremedim sana cesaretimi, cesaretim sevgim demekti benim için.
Sana kayıtsız şartsız geldiğim bir günde anladım bunların hepsi boşunaydı; sen görmek istediklerini görüyordun sadece... Bu cesaretin bana bir faydası yoktu. İşte o gün karar verim; verilen hediye geri alınamazdı, pehhh!!!
Ben gözlerine ilk baktığımda bu can senin oldu, dönüşü yoktu çünkü bu can artık sadece acı veriyordu. Sahibine kavuşmasının vakti gelmişti.
Şimdi sana yazdığım bu mektubu canımdan akan kanımla yazıyorum. Bir daha bu kadar acımasın diye canımı sana veriyorum. Sonsuz aşk bu olsa gerek çünkü ben şu anda sana bunları anlatırken göklere emanetini yolluyorum. Canıma, canına iyi bak; o artık senin... Benim cesaretim buraya kadar, şans mı ??? Ahahah hiç uğramadı kendisi buralara...
Her gece kendi kendime kaldığımda ellerimi seyrederim. Sanki bana ait değillermiş gibi, sanki benden çok uzun süre önce vazgeçmişler gibi, bir tuhaf, bir bezgin dururlar hep. Eskiden üzülürdüm, şimdi... Şimdilerde pek bir şeye üzülemiyorum açıkçası. Dediğim gibi vaktiyle yeterince üzüldüm, bu yüzdendir ki ben yaşadığım yılları kafi görüyorum artık. Bu sana ilk ve son anlatışım olacak derdimi, o yüzden iyi dinle...
Bu hayat denilen karmaşa bende anlamını yitirmeye başlamıştı ki seni tanıdım. İnsanın istediklerine sahip olması için cesaretin yeterli olduğunu düşündüğüm anda sana aşık oldum ve geç de olsa fark ettim ki biraz da şans gerekiyormuş, değil mi? Gözlerine ilk baktığımda anladım ki bu can senindi artık; işte şimdi sıçtık...
Bütün cesaretimle geldim sana ama pek bir işe yaramadı ilk başta. Sonra daha fazlasını göstermeye karar verdim. Önceleri beraber girdiğimiz her kavgaydı fırsatlarım. İlerleyen vakitlerde baktım ki sen aslında yapmam gereken buymuş edasıyla cesaretimi görmezden geliyorsun.
Tanıştığımızın 2. ayıydı sanırım, önüne geçip kurşununa hedef olalı.Şöyle bir başımı okşayıp "helal sana!" deyiverdin, sanki bunu senin için herkes yaparmış gibi... Dedim ki kendi kendime "bu cesaret yeterli değil, daha fazlası gerek"...
Ben gözlerine ilk baktığımda bu can senindi, unutma...
Sonraları daha cesur olmanın vaktidir dedim kendimce; seni ellere emanet ettim, kah kahalarını dünyanın en güzel senfonisi gibi dinledim sen başka kollardayken. Ne yapsam gösteremedim sana cesaretimi, cesaretim sevgim demekti benim için.
Sana kayıtsız şartsız geldiğim bir günde anladım bunların hepsi boşunaydı; sen görmek istediklerini görüyordun sadece... Bu cesaretin bana bir faydası yoktu. İşte o gün karar verim; verilen hediye geri alınamazdı, pehhh!!!
Ben gözlerine ilk baktığımda bu can senin oldu, dönüşü yoktu çünkü bu can artık sadece acı veriyordu. Sahibine kavuşmasının vakti gelmişti.
Şimdi sana yazdığım bu mektubu canımdan akan kanımla yazıyorum. Bir daha bu kadar acımasın diye canımı sana veriyorum. Sonsuz aşk bu olsa gerek çünkü ben şu anda sana bunları anlatırken göklere emanetini yolluyorum. Canıma, canına iyi bak; o artık senin... Benim cesaretim buraya kadar, şans mı ??? Ahahah hiç uğramadı kendisi buralara...
25 Ekim 2011 Salı
Gökten üç kurşun yağdı...
Gökten üç kurşun yağdı… Biri kalbime, biri beynime ve biri de bunu şuursuzca seyredene yar oldu. Şakacı Azrail gülmeyi bırakmış ve bir süre düşünmüş olmalı. Aksi halde o kurşunların altında öylesine durmazdım sanırım.
Büyük acılar çekiyor herkes kendince, en büyüğü kendi derdin değil mi… Çünkü herkes yaşadığı kadar biliyor hayatı. En kan revan görüntüleri kesiyorlar televizyonlarda yani diyorlar ki siz bunları yaşamadığınız ve görmediğiniz sürece, hayatta böyle şeylerin olduğu aklınıza bile gelmez. Kısacası cehalet mutluluktur…
Cahil değilim uzun zamandır yani mutlu değilim. Bir de üzerine yeni açılmış bir yaraya parmağımı soktum inatla. Bazen hırsını alamaz insan hani, öldüğünü bilse de vurmaya devam eder o yerdeki her neyse… İşin kötüsü o benim kalbimdi.
“Evet, seni öldürdüm biliyorum ama inan isteyerek yapmadım” cümlesi ne kadar anlamsız ise, yerde yatan ölü için, canını kaybetmiş bir kalbe hala eziyet etmek de işte o kadar manasız.
Bir an için kurşunun içinden geçtiği kalbimi seyretmeye başlıyorum. Uçsuz bucaksız bir boşluk, sonu gelmeyen bir karanlık… Korkuyla büyülenmek arası bir yer var biliyorum ama adını henüz koymamışlar, tanımlayamıyorum. Elimi kalbime götürüyorum, o delikten sokuyorum parmağımı, kurşunumu arıyorum bir süre. Sonra beynim uyuşmaya başlıyor, gözümden kan akıyor. Aynaya bakıyorum orada da başka bir boşluk… Ama bir türlü katil kurşunlarımı bulamıyorum. Kan seviyesi gittikçe yükseliyor. Kafamı gökyüzüne doğru kaldırıyorum, o kadar buğulu ki göremiyorum, sadece sesi duyuluyor. Bir an sırtımın yandığını hissediyorum, arkamı dönüyorum, elimde silahımla. Koskoca aynada kalbim, beynim ve ben kanıyoruz.
“Gökten üç kurşun yağdı” diyor ayna, “Biri kalbine, biri beynine, biri de bunu şuursuzca seyreden SANA yar oldu”…
Ve ben hayatım boyunca hiç görmediğim o kan gölünün içine uzanıp silahımla uyuya kalıyorum…
23 Ekim 2011 Pazar
Aklım yok, kalbimse gereğinden çoktu...özür dilerim...
Olmayana alışmak, olana alışmaktan daha mı kolay acaba, yoksa daha mı zor bilemedim. Bazen hiç olmadığı biri gibi davranır ya insan, zamanla benimser o insanı da, başka bir benlik gibi benimser. Bana da böyle oldu sanırım. İlk evre kendimi inandırmaktı. İnsan beyni ne tuhaf ki hemen inanıyor kendi yalanına. Başka yalanlardan daha yakınız kendi yalanlarımıza, daha doğrusu kendimize söylediklerimize kayıtsız inanıyoruz çünkü hiç kimse yalancı olduğunu kabul etmez. Sonrası kolay oldu zaten; ben böyleyim dedim çıktım işin içinden. (Ben öyleydim, aklım yok, kalbimse gereğinden çoktu)
Koskoca bir ömrün en acayip kısımlarında hayatınıza girer bazı insanlar sadece bir süreliğine ve sizi sadece o acayip anla değerlendirirler o koskoca ömürde. O yüzden tek bir insan hakkında bir sürü farklı düşünce oluşur farklı farklı insanların akıllarında, bazısının en ezeli düşmanısındır, bazısının da en kadim dostu. Ben kendi hakkımda her daim farklı düşünüyorum. Kendimi tanımak, olduğum gibi kabul etmek için çok çaba sarf ettim ama bir şekilde uzlaşamıyorum benliğimle. Özüme ulaşmak öyle zor ki aslında… Bazı vakitler başardım sanıyorum ama bir bakıyorum ki bir arpa boyu yol alamamışım esasında. Bir hayat boyu kendini tanıyamayan ve özünü bulmaya yaklaşamayan bir insan nasıl ki bir başkasını tanısın, özümsesin. Her yaşanan yeni gün insanın bir zerresini değiştirmiyor mu? E o vakit bir insanı tanımak için tüm varlığı, tüm enerjiyi, tüm hayatı vermek gerekmez mi?
Kimisi ölü zaman diyor bu vakte, bense dünyanın en acayip deneyimi diyorum. Kimisi de kendi özünün derdine düşmüş oluyor daha çok, biz bunlara hep beraber bencil diyoruz. “Herkes vazgeçilebilir” dedi çok sevdiğim bir can, belki de haklı. Kendini bulmak için vazgeçmek gerekiyor sanırım birçok şeyden, özün derdine düşmek gerekiyor. Ben kolay vazgeçemiyorum bağlandıklarımdan. Her vazgeçtiğim etimden bir parça koparıyor giderken. İşte böyle yavaş yavaş tükeniyorum.
Şimdi diyorum ki ben, insanları ayrı ayrı tanımlayın aklınızda. Herkesi aynı değil, ayrı kendine özel bir kefeye koyun. Bunu yapın ki “Senden bunu hiç beklemezdim, sana hiç yakışmıyor bu haller” cümleleri dostunuz olmasın. İnsanların kendilerine yaptıklarına kızmanız onlara yardımcı olmuyor bu böyle biline.
Bu yazı kendime borçlu olduğum bir özürdür. Uzun zamandır kendimi kandırıp, omuzlarıma taşıyamayacağım bir yükü kendim yükledim. Bütün seçimler bana ve bütün yargılamalar size aittir. Yaşadığım şeyleri değiştirme gücüm yok, olsaydı da değiştirmezdim sanırım. Başka bir kişilik yarattım kendime ve ona sığındım. Sormak istediğim tek bir şey var, hem kendime hem yargıçlarıma; siz hiç kalbinizi yok saydınız mı? Ben kendime cevabımı verdim, şimdi sıra sizde, dürüst olun…
21 Temmuz 2011 Perşembe
BEYAZ...
- Merhaba, ben yalnızlığım, ismim mavi,
dedi.
- Yalnızlık siyah zannederdim.
- Yalnızlık mavidir. Gökler, denizler hep yalnızdır, dedi.
Düşündüm, daldım gittim, göklere denizlere; ben ne vakit gökle deniz arasına sıkıştım diye. Sordum sonra;
- Sevgi ne renktir? diye
- Sevgi pembedir, dedi.
- Peki aşk? dedim,
- Aşk yeşildir, dedi. Gönlü yeşerir insanın yeni heyecanlarla, miden bulanır o heyecandan, yüzün yeşerir, dedi gülümseyerek.
- Ben bütün renkleri yanlış biliyormuşum öyleyse, dedim.
- Yanlış değil, insanoğlu kendine göre renklendirdi vaktiyle duyguları, dedi.
- Fark etmiyor insan yaşarken, dedim.
- Neyi?
- Ben bütün pembemi ona vermişim ama sonu kosakoca, uçsuz bucaksız bir maviymiş bu hikayenin.
- Çok mu üzgünsün? dedi,
- Evet, dedim. Hüzün ne renktir?
- Sarıdır, dedi.
- Ben sarı mıyım şu an?
- Sen şu an bembeyazsın, dedi
- Neden ki? Beyaz nedir? dedim,
- Maviden sonra gelir, ölümdür, dedi.
Bir an durdum öylece. Sonra içimde ölenleri oracığa gömdüm ve arkamı dönüp maviye doğru yürüdüm...
dedi.
- Yalnızlık siyah zannederdim.
- Yalnızlık mavidir. Gökler, denizler hep yalnızdır, dedi.
Düşündüm, daldım gittim, göklere denizlere; ben ne vakit gökle deniz arasına sıkıştım diye. Sordum sonra;
- Sevgi ne renktir? diye
- Sevgi pembedir, dedi.
- Peki aşk? dedim,
- Aşk yeşildir, dedi. Gönlü yeşerir insanın yeni heyecanlarla, miden bulanır o heyecandan, yüzün yeşerir, dedi gülümseyerek.
- Ben bütün renkleri yanlış biliyormuşum öyleyse, dedim.
- Yanlış değil, insanoğlu kendine göre renklendirdi vaktiyle duyguları, dedi.
- Fark etmiyor insan yaşarken, dedim.
- Neyi?
- Ben bütün pembemi ona vermişim ama sonu kosakoca, uçsuz bucaksız bir maviymiş bu hikayenin.
- Çok mu üzgünsün? dedi,
- Evet, dedim. Hüzün ne renktir?
- Sarıdır, dedi.
- Ben sarı mıyım şu an?
- Sen şu an bembeyazsın, dedi
- Neden ki? Beyaz nedir? dedim,
- Maviden sonra gelir, ölümdür, dedi.
Bir an durdum öylece. Sonra içimde ölenleri oracığa gömdüm ve arkamı dönüp maviye doğru yürüdüm...
27 Mayıs 2011 Cuma
inanimis...
Öyle bi duruyorum ben…
Bir kenarda duruyorum. Bakıyorum, dinliyorum. Hiç kıpırdamıyorum ama yine de kulaklarım çınlıyor. Bazen çıkıyorum kendi içimden, onun içine gidiyorum. Bakıyorum ki oralar çok karışık. Soruyorum “ne oldu?” diye, “anlatsam da anlamazsın ki” diyor. Anlıyorum ki anlatmak istemiyor ne olduğunu. Birileri gelip oraları karıştırmış. “beni neden çağırdın o vakit?” diyorum, “ben çağırmadım ki, sen kendin geldin” diyor. Çığlığını duyduğuma yemin edebilirim hâlbuki. Anlıyorum ki durmam gerekiyor, orada bir yerde, sessizce. Vakti gelince yüzünü bana döneceğini biliyorum. Şimdi sabretmeyi öğrenme zamanı. Omuzunu dürtüyorum, “ben hep bir adım arkandayım, unutma emi” diyorum. “çok umurumda değil nerede olduğun” der gibi bakıyor. Ne düşündüğünü pek umursamıyorum, ben olmak istediğim yerdeyim nihayetinde. “çok gürültü var bu hayatta” diyor bir an bana dönüp. “hepsini dinleme” diyorum. Kafası karışık biliyorum ama kafa onun kafası, kendi karıştırıyor. İçimi bölüp, parça parça ona vermek istiyorum. Alır mı acaba? Aslında almamasından değil de alıp öylece bir kenara atmasından korkuyorum sanırım.
“Ne kadar da uzaklaştı benden” diye düşünüyorum, o oflayıp pufladığı sırada. Bana gelene kadar düşüneceği çok şey var tabi. Varlığımı unutmasının üzerinden epey zaman geçti. Bazen bana bakıp şaşırır, hala yanında olduğum için ama sonra yine unutur orada olduğumu. O bir anlık hatırlanmalar ayakta tutuyor beni aslında. Demek ki hala tamamen vazgeçmemiş benden.
Geceleri zor geçer. Uyurken izlerim onu hep. Huzursuz uyur, sürekli döner yatakta. Saçlarını okşarım rahatlasın diye. Derin bir iç çekip bir süre rahat uyur böylece. O izin vermediği sürece bundan daha fazlasını yapamıyorum.
Lakin bugün kararlıyım konuşmaya. Geçiştirmeye çalışacak biliyorum ama bu sefer pes etmek yok. Deniz kenarına gideceğiz bugün, haftada bir kere deniz kenarında kitap okur. Baş başa kaldığımız yegâne saatlerden…
“Neden vazgeçtin benden?”
“Hala yanımda olduğuna göre vazgeçmiş olamam değil mi?”
“Yaşadığın sürece yanında olacağım, başka yolu yok bunun biliyorsun. Sorumun cevabı bu değil?”
“Soru öylesine anlamsız ki cevabı da anlamsız oluyor doğal olarak. Hem kendin söyledin biraz önce, yaşadığım sürece yanımda olacaksan senden nasıl vazgeçebilirim?”
“Çoktan vazgeçtin benden, bunu ikimizde gayet iyi biliyoruz. Ben artık dayanamıyorum, hem seni böyle görmeye hem de acı çekmeye. Neden geri dönmüyorsun bana?”
“Sana geri dönmek? Böyle bir seçeneğim yok artık çoktan anlamış olmalıydın bunu.”
“Hayır, anlamıyorum, anlayamıyorum. Yaptığın her şeye benden bir parça katardın eskiden. Yine o günlere dönelim, lütfen. Yok oluyorum gittikçe. Beni görmezden geldiğin her an daha da ölüyorum, yapma bunu bize”
“Neden anlamıyorsun inatla; kimse kıymetini bilmiyor, bilmeyecek de. Onlar için önemli olan seninle yaptığım işler değil, onlar elle tutulur, yenilip yutulur şeyler istiyorlar. Seninle devam edersem beni de çiğneyip tükürürler, hayatta kalamam.”
“Öyle mi? Peki ya ben tamamen gidersem, ben de senden vazgeçersem halin ne olur hiç düşündün mü? Bırak anlamasınlar, bırak kendi sofralarında önlerine geleni yesin, yiyemediklerini çiğneyip tükürsünler. Gün gelir koca bir kemik gibi takılıp kalırız boğazlarına ne yutabilirler ne de çıkarabilirler, bir ömür boğazlarında bir yumru oluruz. Bizi her hatırlayışlarında yutkunurlar. Diğerleri gibi tüketilip yok olmak mı istiyorsun, hiç saygın kalmadı mı kendine? Hani sen ikimiz için yaşardın sadece… Düşün, bir daha düşün”
Gözünde bir damla yaş gördüm, işte o an uzun zamandır beklediğime kavuştum. Bana döndü yüzünü nihayet. İlk defa gitmekle tehdit etmiştim onu. Evet, tehditti bu. Nereye gidecektim ki! Ben onun ruhuydum, o benim bedenim. Uzun zaman sonra bedenime geri döndüm. Eskisi gibi ben söyledim, o dinledi, kimine hak verdi, kimini duymazdan geldi ama o günden sonra bensiz tek bir şarkı bile söylemedi…
21 Nisan 2011 Perşembe
Arkası bir gün...(2)
Popuduk ve kurabiye ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladılar ve kurabiye anlatmaya başladı;
“Geceleri buralar çok tehlikelidir evlat.”
“He onu anladık da dayı, bir türlü mevzuya gelemedin, anlat hele!” dedi popuduk ve der demez ensesine şaplağı yiyiverdi.
“Höst lan! Ne biçim konuşuyosun ibiş!” diye çıkıştı mavi kurabiye.
Şaplağın etkisiyle kendini bir anda toparlayan popuduk, hemen özür üstüne özür diledi.
“ lan oğlum sersem .ikin mahsülü müsün nesin sen! Bi öyle bi böyle değişik değişik hareketler yapıyosun Allah Allah, nıç nıç nıç” diye azarladı popuduğu, kurabiye. Popuduk başını öne eğdi ve alabildiğine utandı.
“ şimdi bak delikanlı ben sana yardım etmeye çalışıyorum ama sen böyle acayip hallere bürününce ağzını gözünü kırasım geliyo ne yalan söyliyim. Neyse bak şimdi sen bu uçan balonları bildin mi?”
“ yok abi “ dedi popuduk,
“ he dinle o vakit; şimdi bu tiyniyetini sittiklerim ormanın altını üstüne getirirler. Yapmadıkları eziyet kalmadı orman sakinlerine. Aslında bunlar tee o uzaktaki dağın tepesinde yaşarlar ama ne vakit kudursalar soluğu burada alırlar.”
Popuduk dayanamadı ve sordu;
“ peki abi niye bu kadar korkuyosunuz bunlardan, dünya kadar canlısınız burada, tükürükleseniz boğarsınız bunları.”
“ oğlum öyle değil işte mevzu. Vakti zamanında bir orman büyücüsü tarafından büyülenmiş bu uyuzlar. Aslında toplasan 20 kişi bunlar ama gebermiyolar ki bi türlü.”
“ nasıl gebermiyolar abi?” dedi popuduk ve mavi kurabiye durur mu yapıştırdı cevabı hemen;
“ gebermiyolar olum işte. Lanetli diyoruz lanetli nedir bildin mi sen? Şimdi bu büyücü vaktiyle bunlardan birini ormanda gezerken görmüş. Demiş aa ne güzel bişey bu azcık oynayayım. Gel gör ki atıp tutarken büyücü balonu, büyücünün elindeki sigara balona denk gelmiş ve balon patlayıvermiş. Bu balonların içinde yanıcı gaz var. E tabi haliyle büyücünün ağzı burnu yanmış. Büyücü de dellenip bunlara bi lanet okumuş. Bu lanetle uçan balonlar, o yaşadıkları dağdan öteye gidemez ve sonsuza kadar bu orman ve dağ arasında sıkışmış vaziyette yaşar hale gelmişler. Sonra da demişler ulan ne ölebiliyoruz ne de gidebiliyoruz, biz de bu ormanın kralı olalım o vakit.”
Popuduk, kurabiyeyi heyecanla dinlerken birden durdu ve sordu;
“ peki abi bunlardan kurtulmanın hiç mi yolu yok?”
“ rivayete göre, bu orman dışında yaşayan, başka bir iklime ait bir canlı varmış; kaktüs. Bu kaktüsler sıcak yerlerde yaşarlarmış ve uzun sivri dikenleri varmış. Derler ki, kaktüsler sıcak yüzünden acayip asabilermiş ve hiç kimseye eyvallahları yokmuş. İşte bir gün yaşadıkları yerde mutlu olamayıp buralara kendi istekleriyle gelirlerse o vakit uçan balonların sonu gelecekmiş.”
Ağzı beş karış açık kalan ve “ hay sıçam kafama ki anamın sözünü dinlemedim. Şimdi uğraş dur itle kopukla” diye düşünen popuduk sormuş,
“ tam olarak napıyo bu uçan balonlar abi?”
“ dedim ya hani bunların içi gazla dolu. Yanıcı olduğu kadar buradaki canlılara da zararlı bu gazlar. Bunlar iner ormana ne vakit canları sıkılsa, milletin malına mülküne, karısına kızına göz diker, dikelenen olursa da bu gazla onları etkisiz hale getirir.”
“ nasıl yapıyolar peki bunu?” dedi popuduk.
“ sinirlenince kendilerini sıkıp patlatıyolar. Hemen sonra tekrar başka bir balon olarak geri geliyolar. Yani anlayacağın hiç ölmüyolar. Dedim ya toplasan 20 kişiler ama patladıkları anın akabinde, o patlayan balonun ruhu başka bir balonda hoppadanak geri geliyo.” dedi mavi kurabiye ve popuduk tavşanı dürterek ilerideki derme çatma barakayı gösterdi ve,
“ hah işte geldik. Kısa bacaklı tapir orda yaşar. Umarım evdedir de bize yolu gösterir.” dedi.
Arkası başka bir gün…
13 Nisan 2011 Çarşamba
Duyuyordum...
Bir akıl, bir de fikir vardı ortada.
“Hangisini istersin” diye sordu. Bir an bilemedim, kararsızlığım boşlukta yankılandı. Sesi duymuş olacak ki gülmeye başladı.
“Bu” dedi “boş tenekenin tıngırdaması gibi.”
Düşündüm, evet öyleydi. Ne vakit kararsız kalsam o tenekeyi biri tıngırdatıyordu. Neden benimle uğraşıyordu anlamıyordum.
“Sen seç” dedim.
“Bu şekilde sıyrılamazsın, hayatında bir kez olsun bir şeye karar vermelisin” dedi.
Düşünüyordum ama bir türlü karar veremiyordum. Bu karasızlığın sesi ne kadar rahatsız ediciydi. Akıl olmadan fikir olur muydu?
” Elbette olur” dedi,
” Bir sürü akılsız bir sürü fikir üretmiyor mu?”
Ben bunu yüksek sesle mi söylemiştim?
” Hayır” dedi.
Yüzünde tuhaf bir gülümseme vardı. O an dehşete kapıldım. Her şeyi duyuyordu, içimde olup biten her şeyi.
“Evet duyuyorum” dedi.
“Düşüncelerini, duygularının sesini duyuyorum, korkma rahatça düşün sana müdahale edecek değilim” dedi.
Bütün gücümü toplayıp hiçbir şey düşünmemeye çalıştım.
“Faydası yok” dedi
“Duygularının çıkardığı sesleri duyuyorum ve bu bana ne düşündüğünü anlatıyor. Her duygunun bir sesi vardır, hangisini hissedersen bu koca boşlukta yankılanır ve ben bunların her birini duyarım, sen sadece burada olduğun sürece dikkatle dinlersen kendine ait olanları duyarsın.”
Dikkat kesildim; evet duyuyordum. Boş bir teneke tıngırdıyor, ardından biri koca bir çana vuruyor, sonra küçük baloncuklar patlıyordu. Vaktim azalmıştı, bir karar vermeliydim. Işık yavaş yavaş kayboluyordu.
“Acele et” dedi, “Birazdan gitmiş olacağım ve belki de bir daha seçme şansın olmayacak.”
“ Tamam” dedim “Ama sen böyle yaptıkça ben düşünemiyorum ki.”
“ Benimle alakası yok bunun” dedi,
“Kendini sesleri dinlemeye kaptırdın, odaklan.”
Odaklanamıyordum bir türlü. Sesler beni benden almıştı. Mutlu hissetmeye çalışıyordum böylece mutluluğun sesini duyabilirdim. Uğraşıyordum ama olmuyordu.
“Boşuna çabalama” dedi.
Gözlerimi açıp sorarcasına baktım.
“ Evet” dedi “boşuna uğraşma, mutluluğun sesini ancak gerçekten mutlu olduğunda duyabilirsin ve çok dikkatli dinlemen gerekir çünkü mutluluk geçicidir ve çıkardığı ses bir anlıktır.”
Şaşırmıştım.
Dudaklarımı araladım ama sormama fırsat vermeden cevabı yapıştırdı;
“Kötü duyguların sesleri her daim çok yüksektir, her bir ses bir diğer kötü duygunu çağırır böylece sesler çoğalır ve üst üste biner. Sen bunu uğuldama olarak duyarsın ve gittikçe daha kötü hissedersin. Evet, zaman dolmak üzere kararın nedir?” dedi.
Ben hala sesleri düşünüyordum.
“Biraz daha zaman ver bana” dedim ama o yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı. Bir şeyler söylüyordu ama duymuyordum.
“Dur gitme!” diye bağırmaya başladım ama nafileydi. Son şansımı da kaçırmıştım işte. Kendime geldiğimde yine eskisi gibi, herkes kadar aklı olan ve başkalarının fikirlerini benimseyen bir insandım. Akıl ne kadar önemliydi ve fikir ne büyük bir ayrıcalık…
9 Nisan 2011 Cumartesi
Arkası bir gün...
Her zamanki gibi güneşli bir öğleden sonraydı. Popuduk tavşan annesine seslendi “anne yemeğimi bitirdim, biraz dışarı çıkıp oynayabilir miyim” annesi otoriter sesiyle cevap verdi “ pekala ancak çok uzaklaşma ve karanlık olmadan eve dön” “tamam” dedi popuduk tavşan annesine ama içinden “yemişim karanlığını lan” diye geçirdi. Akabinde kendine ufak bi şaplak atıp “ne biçim konuşuyosun annenle sen” diye kendini azarladı. Evet popuduk tavşanda kişilik bölünmesi işte o yaşlarda kendini göstermeye başlamıştı ancak bu gidip gelmelerin bir problem olduğuna henüz ayıkmamış olan popuduk o gün bastırdığı kişiliğinin açığa çıkmasına izin verdi. Börtü böcek çiçek ağaç derken ormanın derinliklerine doğru ilerleyen popuduk tavşan bir an kendine geldi ve havanın karardığını fark etti. Gecenin karanlığında ormanın sesleri ne kadar da ürkütücüydü. Dönüp arkasına baktığında evden çok uzaklaştığını ve yolu bu karanlıkta bulamayacağını fark etti. Bir anda panik olan popuduk gittikçe yükselen seslerin de verdiği gerilimle çığlığı basıp ağlamaya başladı. Ancak bir an önce kendine sığınacak bir yer bulması gerektiği fikri onu kendine getirdi. Etrafına bakındı ve hemen yanı başında boş bir ağaç kovuğu olduğunu fark etti. “geceyi burada geçireyim sabah olunca nasıl olsa evin yolunu bulurum” diye kendini sakinleştirip kovuğa sığındı ve günün yorgunluğuyla uyuya kaldı.
Kuşların cıvıldamasıyla gözlerini aralayan popuduk kafasını kovuktan çıkarmasıyla irkildi ve gerisin geri kovuğa girdi. Dışarıdan gelen ses ona şöyle dedi “ çık bakim dışarı ibiş, soğuğu yemiş .ük gibi ne kaçtın içeri” . popuduk tavşan korkuyla başını kovuktan uzattı ve sesin sahibine baktı. “olum çık dedim ne bakıyosun hala çık da boyunu posunu görelim”. Popuduk korkarak kovuktan çıktı ve mavi kurabiyeyle yüzleşti. “ne arıyosun sen burada, bu kovuk kime ait haberin var mı” dedi mavi kurabiye. Popuduk “ özür dilerim ben dün oyun oynamak için evden çıktım ama çok uzaklaşmışım karanlık olunca da dönüş yolunu bulamadım bu kovuk boştu ve çok korkmuştum o yüzden geceyi burada geçirdim” dedi. Mavi kurabiye “ annen sana karanlıkta ormanda gezmemeni söylemedi mi topak” diyince popuduk bi an kendini kaybedip bağırmaya başladı “ başlarım lan postanızdan giderinizden artiz misiniz lan hepiniz anam ne dediyse dedi bi gece yattık uyuduk yedik mi lan kovuğunuzu allahsızlar” diye mavi kurabiyeye yükseldi. Akabinde gelen şamarla kendine gelen popuduk “ abi kusura bakma mevzu annem olunca bi an kendimi kaybettim kötü bi niyetim yoktu” dedi. Mavi kurabiye elini popuduğun omuzuna koyarak “ aslanım bak gençsin kanın kaynıyo anlıyorum ama burası tehlikeli mevkidir her önüne gelene diklenme anlat derdini çözelim kovuk benim değil ama burayı mesken edinmiş pek de tekin olmayan tipler var ben ondan şey ettim” dedi. Popuduk “ abi sağol valla dediğim gibi kötü bi niyetim yoktu evin yolunu nasıl bulcam onu düşünürken bi de sen öyle diyince darlandım birden” dedi. “ hallederiz koçum meraklanma bütün yolları bilen bi kişi vardır bu ormanda kısa bacaklı tapir sorarız ona illaki bi yol gösterir bize” dedi mavi kurabiye. Popuduk “ teşekkür ederim abi” dedi ve beraber kısa bacaklı tapirin evine doğru yola koyuldular. Uzaklaşırlarken popuduk sordu” abi kovuk kimin hakikaten” mavi kurabiye gözlerini kısarak uzaklara baktı ve “ uçan balonlar çetesinin ormanın en belalı çetelerindendir neyse yolumuz uzun gerisini yolda anlatırım” dedi.
1 Nisan 2011 Cuma
Oysa neler hayal etmiştim...
Üniversiteden mezun olduğum neredeyse 2 sene olmuştu. Bu süre içerisinde birçok işe “ armudun sapı, üzümün çöpü “ diye burun kıvırmış, evdekilerle papaz olmuştum ama artık yeterdi, fazla olmuştum. Bunca sene okutulmuş, yedirilmiş içirilmiş, bakılıp büyütülmüştüm. Yan gelip yatmakla ancak karpuz büyürdü. Sürekli kavga ve gürültü beni cinnetin eşiğine getirmişti. Babam harçlığı kesmiş, annem masada tabağı resmen önüme fırlatıyordu. Hayırsız evlat olmama ramak kalmıştı ve ben fena çaresizdim hem de öyle bi çaresizdim ki. Oysa üniversiteye başlarken ne hayallerim vardı. En azından okulda popüler olur süper arkadaş ortamı yaparım, artisin kralı olurum diye düşünmüştüm. Gel gör ki daha okulun ilk günü fakülte bahçesinde eşofmanımın paçasından giren arının hain saldırısı sonucu eşofmanımı indirip yerlerde debelenmem, dün yediğini unutan bu şuursuz genç güruh tarafından 4 sene boyunca maalesef unutulmamıştı. Gerçi bu durum benim artislik ve lay layla geçireceğim vakti ders çalışmaya ayırmamı ve 4 senede okuldan mezun olmamı sağlamıştı.
İnternet üzerinden başvurduğum iş ilanlarından birinden cevap gelmişti. Artık seçme şansım pek olmadığı için görüşmeye gitmeye karar verdim. Zaten ilanlar içinde en çok dikkatimi çeken de bu ilan olmuştu. Sabah erkenden kalktım. İş görüşmesine gitmem evdeki pozisyonumu bir seviye arttırmıştı. Annem güler yüzle kahvaltımı hazırlayıp önüme koydu, “ ye evladım aç karnına gitme “ dedi. Babam kapıdan çıkarken bana seslendi “paran var mı senin nasıl gideceksin görüşmeye? “, hemen yanına seğirttim, bu cüzdanımın uzun zamandır beklediği andı çünkü. “ valla ne yalan söyleyeyim param yok “ dedim. Elini cebine attığında kalbim duracak gibi oldu, içimden “ ulan şimdi 20 lira verip otobüslerde süründürmese bari “ diye düşündüm. Babam insaflıydı, candı ciğerdi, hakkını yememeliydim. Çıkarıp bonkörce tam tamına 50 lira verdi. Az kaldı boynuna sarılacaktım sevinçten ama coşkumu içime gömüp elini öpmekle yetindim. “ Hadi bakalım akşama hayırlı haberlerini bekliyoruz ona göre “ dedi. Tam kapıdan çıkacakken döndü ve beni tuzla buz eden o cümleyi kurdu, “ salak salak taksiye binip parayı çarçur etme artanı akşam bana getir “. Yıkılmıştım. Oysa taksiyle gideceğim bir iş görüşmesinde nasıl da havalı olacaktım breh breh! Aslında o işe ihtiyacım olmadığını, lütfedip geldiğimi, demek ki acayip kültürlü ve paralı olduğumu, beni kaçırmaması gerektiğini düşünecekti yönetici kişisi. “peki babacığım” demekle yetindim. Evet babam insafsızdı, vizyonsuzdu, halden anlamıyordu. Babam çıktı, peşinden de annemin dualarıyla ve jilet gibi takımımla ben çıktım.
Görüşmeye gideceğim yer anasının nikâhındaydı. Büyük eziyetlerden sonra işte fabrikanın kapısındaydım. İçeri girmeden şöyle kendime çeki düzen verdim son bir kez. Omuzlarımı kaldırdım, karnımı içeri çektim ve güvenliğe, üniversite mezunu, vizyon sahibi, fena kültürlü bir tavırla yaklaşıp aramızdaki farkı belirtir seviyeli bir gülümsemeyle “ iş görüşmesi için gelmiştim “ dedim. Adam beni şöyle bi süzdükten sonra “ he iyi, buyur geç “ dedi. Ne de olsa basit bir güvenlik görevlisiydi, tavrını garipsemedim. Bense bi kaç saat sonra bu fabrikanın son kararlarını verecek kişi olacaktım. Belki de hayatı benim ellerimde olacaktı.
İçeri girdim. Bir çalışanı yakalayıp vakur bir ses tonuyla görüşmelerin nerede yapıldığını sordum. Nedense o da beni şöyle bi süzdü ve yolu gösterdi. Hay bu işçiler, ne de kompleksli oluyorlardı, aman neyseydi. Odanın önüne geldim ve içeri girdim. İçerdeki sekretere meramımı anlattım, kendisi şöyle beni süzdükten sonra oturmamı içeride görüşme için gelen başka biri olduğunu, o çıkınca beni alacaklarını söyledi. Yaklaşık 10 dakika sonra içerdeki çıktı. Kendisi pek bi kılıksız, pek bi benim tarzımdan uzaktı. “ herhalde başka bir pozisyon için başvuruda bulundu” diye düşündüm zira benimle aynı konuma yani son söz söyleyecek bir pozisyona yakışmıyordu bu adam.
Nihayet içeri girdim. “ buyur, otur “ dedi masanın arkasında ki adam. Sanırım fabrika sahibiydi kendisi çünkü epey bi kiloluydu demek ki parası çoktu. Elimde tuttuğum özgeçmişimi kendisine gururla uzattım. Alıp incelemeye başladı. Kafasını kaldırmadan soruları sıralamaya başladı; “ üniversite mezunusun, nerdeyse 2 sene olmuş mezun olduğun neden hiç çalışmadın?” dedi. İşte beklediğim kazık soru ama ben süper zekâmla daha önce bu soruyu düşünüp, cevabımı önceden hazır etmiştim ve hemen yapıştırdım cevabı yüzümde kendime güvenen bir gülümsemeyle, “ daha önce sizin verdiğiniz ilanda ki pozisyon gibi kendime uygun bir pozisyon bulamamıştım o açıdan “ dedim. Kafasını ilk defa kaldırıp bana bakan patron, şöyle bi süzdü beni ve “ bizim ki gibi size uygun bi posziyon he mi “ dedi. Sonda ki “he mi” bana biraz itici ve kalitesiz gelse de – ne de olsa okumuş ve belli bir kültür seviyesine sahiptim – bir anda “he” diyiverdim. Patronun yüzünde beliren hafif gülümseme beni rahatlatmıştı.
“ şimdi, süt ve süt ürünleri okumuşsun hem de 4 sene, Allah aşkına kaç tane süt ürünü var, 4 sene size ne okuttular yav “ diyerek kahkahayı patlatıverdi. Gerilmiştim ama seviyemi düşürmemeliydim, sonuçta son kararları verecek kişi olacaktım belki de yakında bu fabrikada ve belki de patron beni deniyordu.
“ efendim bu mevzu biraz derin tabi, inşallah işe alındığımda, son kararları ben vereceğime göre bol bol karşılaşacağız, o zaman uzun uzun anlatırım size bu konuyu “ dedim. Patron şaşırmış bi şekilde yüzüme bi süre baktı ve “ son kararlar mı o ne ola ki “ dedi. Tam söze girmek için derin bir nefes almıştım ki, “ neyse “ dedi, “ de bakim sen bana şimdi hiç tekstil fabrikasında çalışmamışsın nasıl becerecen bu işi? “ diye sordu. “ efendim, şimdi üniversite okumamın yanı sıra kültürel olarak kendimi geliştirmiş bir insanım. Güvenilir ve çalışkanımdır yani bana bir şans verirseniz yöneticilik vasıflarının ben de fazlasıyla mevcut olduğunu görebilirsiniz “ dedim gerinerek. Patron gözlerini belerterek kahkaha ve şaşkınlık karışımı “tisieeee” şeklinde bir ses çıkardı. Beden diliyle ilgili epey kitap okuduğumdan durumun enteresan bir yöne gittiğini hemen kavradım. Patron geriye yaslanıp gözlerini kısarak “ bak hele sen hangi ilana başvurmuştun “ dedi. Dik oturmaya dikkat ederek “ son ütücü ilanı efendim “ dedim ve adam anında kahkahayı bastı. Henüz ne olduğunu kavrayamamıştım ki kapı çalındı ve patronun kahkahaları arasında içeri mavi önlüklü derbeder bir adam girdi. “ kemal bey elde ki işi bitirdik bi de siz bakıverin hele “ dedi. Patron adamı içeri çağırarak “ gel hele gel bak, bu genç son kararları almak için bizim ilana başvurmuş, gel de bi anlat son ütücü ne iş yapar” dedi. Adam şaşkınlıkla bana bakarak “ son ütücü, işi biten ürünleri son kez ütüler işte bunun neyini anlatiim beyim “ dedi. Patronun kahkahaları daha da şiddetlenmişti, ben ise kırmızıdan mora dönüşüyordum. Oysa neler hayal etmiştim, son sözü söyleyecek, koca fabrikayı yönetecektim. O arı yine ortalıkta geziyordu ve yine hayallerimi yıkıyordu, bari bu sefer kalçamdan sokmasaydı, iyiydi.
30 Mart 2011 Çarşamba
Ekşın oldum fikşın oldum.
Kan ter içinde uyandım. Bir de baktım ki ne göriyim; burası benim evim değil, yatak benim yatağım değil, oda benim odam değil. Bana bir panik, bir fenalık geldi; bayılmışım. Tekrar uyandım yine bi bakındım hemen hatırladım nerdeyim. Kalktım bi dolandım etrafta. Mutfağa girdim, dedim "bi çay yapiim kendime" sonra kendi kendimi uyardım, "çayın sırası mı ya tehlikedeysen" dedim. Uyarıcı kendime hak verdim hemen çaydanlığı bırakıp panik oldum. Tam bayılıyodum ki, uyarıcı kendim dedi "bayılmanın sırası mı, ya kaçırıldıysan saklan hemen". Hak verdim kendisine ama önce dedim elime şöyle sert bi cisim alayım. Açtım dolabı, mutfakta olmamdan mütevellit aldım teflon tavayı elime. Hep hayal ederdim birden o geldi aklıma "ulan şu teflon tavaların .ötü de tam kafaya geçirmelik" diye. İşte bunu düşündüm. Hayat karşıma bu deneyimi yaşamı fırsatı çıkardığı için sevindim bi an sonra tehlikeyi düşündüm yine hemen paniğim geri geldi. Panik olunca benim bi de çişim geldi böyle çok fena. Dedim "gidiyim bi tuvalete işiyim tavayı da aliyim kendimi korurum ne olur ne olmaz". Derken derken gittim buldum ayak yolunu. Bi baktım pislik içinde her yer. Dedim "altıma yapiyim daha iyi burayı hangi hayvan evladı böyle ettiyse allah bilir ne pistir, ne hastalıklıdır" dedim, evet dedim. Sonra ben böyle böyle kendime öğüt verirken içerden bi tıkırtı geldi. Hemen kendimi sakladım kapı arkasına. Elimde tava, tehlikeyi bertaraf etmeye hazır beklerken, bu bi gir içeriye, ben bi çığlık, bu bi dön bana, ben de tabi tavayı yüzüne geçirdim. Aaaa sonra baktım ki "e ben bunu tanıyorum ki" dedim. Bizim üst komşu, ağlarken ağlarken anlattı; dedi "gürültü duydum, geldim. Kapı açıktı bakiyim dedim". Çok üzüldüm tabi, bir sürü özür diledim. Ertesi gün çiçeğimi çikolatamı aldım, gittim evine. Dedim "ben geldim". "iyi hoş geldin" dedi, burnu bandajlı. Uzattım çiçeği çikolatayı, "bunlar senin" dedim. "sağol zahmet etmişsin" dedi. Neyse geçtim, oturdum. Baktım bunun ana babası evde. Gaza geldim dedim "o kadar çiçeği çikolatayı aldık boşa gitmesin, hem özrümü diliyim hem de elim değmişken ben babasından bunu istiyim". Tam dedim "Allahın emri" bi ses geldi ordan "hooooopppp bi saattir anlatıyorum, dinlemiyo musun?" diye. Anaaaaa ben kendime bi gel, bi baktım ki oturuyorum arkadaşla çaylı kahveli. Dedim "ne bağırıyon", dedi "bi saattir rüyamı anlatıyorum dinlemiyo musun?". "yoooo" dedim, "dinlemiyorum ki yaşıyorum hem de HD kalitesinde"
Farkındayım...
Yedi sene sonra daha da pekişen bir arkadaşlık buldum. Kendimi fark etmeye başladığım anda yeniden, gerçekliğin içinde kayboluyorum. Başımı kaldırıp bakıyorum; evet bu benim ama bu kimin gerçekliği diyorum. İki dünyayı bir türlü iç içe geçiremiyorum. O an bi "neyse" geçiyor içimden. Yine de insani duyguların tümünden vazgeçemiyorum. Belki de gerçekliğe anlık geri dönüş nedenim bu duygular. Bu duyguların hiçbiri olmasa salt kendi dünyamda yaşamam mümkün olur mu acaba? Şu an bilemiyorum. Bilinmeli mi? Ondan da korkuyorum. İşte bu korku mesela, bir an geri döndürüyor. Bir gecede kendimi nasılda unuttuğumu hatırlıyorum bunca zaman sonra. Bebeklerin o kendine has, hayatın sırrını çözmüş bakışları yerleşiyor gözlerime. Hani bebekken her şeyi bilirmiş insan, hayatın sırrını bile, büyüdükçe unutur, hayatın içine karışırmış. İşte hayattan sıyrıldığım o an farkına varıyorum o dünyanın yeniden. Acayip... İlk defa gittiğim bir yerin çok tanıdık gelmesi bundan mı acaba? Ben bu kadar çok şeyin farkına varırken, sanki insanlar da benim gidip geldiğimi fark ediyorlar. Yoksa algıların ayarıyla mı oynadık ne :)
İhaneti hissetmek kehanete delalet
İsteyene sonsuz adalet
İstemeyene tekerleksiz bisiklet
Yaptığım en acayip hareket
Nefesimi tutmaktı
Girdiğim dehlizlere
Uzun izler bıraktım
Dumanı tüttü adımlarımın
Ben farkına varmadım
Gel zaman dedim gitti zaman gelmedi
Beni en çok sevdiğimin gidişi mahvetti
Şimdi düşündüm bi an
Yok düşünemedim aklım başımdan gitti
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)